top of page

Kapitalizm ve öznellik

  • Yazarın fotoğrafı: Efe Bayram
    Efe Bayram
  • 29 Mar 2023
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 7 Nis 2024


"Olmuyor, olmuyor

İstediğimiz gibi olmuyor

Genellikler içindeyiz, özellik görülmüyor."

Düş Sokağı Sakinleri


Öznelliğin üretimi ve bu üretim sürecini sağlayan yasalar uzun süredir üzerinde en çok tartışılan meselelerden biri olmaya devam ediyor. İçsel dünya ve mevcut toplumsal düzen arasındaki ilişkiyi analiz etme çabası, kuramsal çalışmalardan sanat ürünlerine yayılan çok geniş bir yelpazede insanlığı dünya döndükçe meşgul edeceğe benziyor. Attila İlhan Sokaktaki Adam’ında neyi istemediğini bilen ama ne istediğini bir türlü kestiremeyen insanların öyküsünü altmış yıl öncesinden nefes kesici bir dille anlatmış, insanın dünya içindeki sıkışmışlığının evrenselliğini romanın yazıldığı zaman ve mekânın sınırlarını aşarak dile getirmişti. Zaten her büyük romancı, şair, düşünür vs. aslında adını öznellik üretimi şeklinde koymasa da eserlerini bu meseleye bir şekilde değmek suretiyle meydana getirmiştir hep. Adorno’nun "yanlış hayat doğru yaşanmaz" sözünü sürekli doğrularcasına bir şeylerin yanlış gittiğine dair iç görü kâh haykırış, kâh sessiz çığlık, kâh nevrotik semptom şeklinde tezahür etse de doğru olanın ne olduğuna dair yaklaşım ve bunu eyleme dökecek takatten yoksun bir halde gündelik yaşamlarımızı idame ettirmeye çalışıyoruz. Hayatın, en azından bu dünyada son bulacağı güzergâhına kadar daha anlamlı ve Adorno’nun deyişiyle doğru yaşanması için mevcut toplumsal düzenin kökünden değişmesi gerektiğini biliyor, bilmesek de içten içe seziyor ama eyleme geçecek gücü, cesareti ve dayanışmayı bir türlü var edemiyoruz.


ree

Dünyaya yönelik algılama biçimlerinin tamamen bizlere ait olduklarından o denli eminiz ki bunların nasıl inşa olunup üretildiği üzerine düşünüp aslında hiç de öyle olmadıklarını görmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Düzenin de bunun görülememesi için tamamen seferber olması yaşanılandan başka bir hayatın tasavvur dahi edilememesine yol açıyor. Daha da beteri, edilebilse dahi bu tasavvurların düzen-içi alternatiflerle ehlileştirilmesinin önüne geçilemiyor. Karşı cinse duyulan ilgiden mekânsal estetiğe, koku almadan işitme duyusuna, göz zevkine tüm beğenilerin bile kişiye has olmaktan ne denli uzak olduğu, günümüzde sürekli inkâr edilse de mensup olunan toplumsal sınıfların bunlar üzerindeki kurucu/belirleyici etkisini Bourdieu, Ayrım kitabında en ince detayına kadar analiz etmişti zamanında. Dinlenen bir melodide olsun alınan bir kokuda olsun en basitinden bir manzara resmine bakınca görünen şeyde bile, burjuva sınıfına mensup olanın gördüğüyle bir işçi veya köylünün gördüğü arasında dağlar kadar fark olduğunu zevklerin göreceli olmasıyla mı açıklayacağız? Duyu organlarının duyumsamalarında dahi sınıfsallık perspektifinde bir üretim ve şekillendirme varken özerk bir içsel yaşamdan bahsetmenin ne kadar anlamsız olduğunu kabul etmek zorundayız. Öznellik üretiminin önemli yapı taşlarından biri olan bu yanılsama ile kişinin yaşamına dair kendi “hür” iradesiyle almış olduğu kararların tam da düzene tabi olma yolunda atılan adımları oluşturması ironik de olsa acı bir hakikat olarak karşımızda durmakta. Hakan Bıçakçı’nın düzene entegre olan bir plaza çalışanının öznelleşme sürecini anlattığı romanı Doğa Tarihi’nde başkarakter Doğa, Londra gezisinde en sevdiği grup olan Sepultura’nın albümünü almak yerine Sepultura baskılı tişört almaya karar verir. En sevdiği grubu dinlemek yerine Sepultura dinleyen biri gibi görünmeye çalışma kararıyla başlatır yazar Doğa’nın trajik hikâyesini. Babasının otoritesi altında ezilen, muhafazakâr orta sınıf düzenine adapte olmakta sorunlar yaşayan Çoğunluk filminin anti-kahramanı Mertkan’ın öyküsü de böyle bir karar anı ile seyir değiştirir. Filmin finaline doğru babasının kendisini “adam etmek” maksadıyla gönderdiği şantiyedeki işçilere tahakküm uygulama kararı vermesiyle babasının takdirini kazanır. Böylece film boyunca yaşadığı ikilemleri “aşarak” düzenin öznesi olma yoluna girer. Dış dünya koşullarından bağımsız olduğuna inanılan içsel karar alma mekanizmasının öznellik üretimindeki önemli rolünü belirginleştiren ve çoğaltılabilecek benzer örnekler bu sürece daha yakından bakmayı elzem kılmaktadır.


İster sanatsal ister bilimsel isterse toplumsal olsun bütün yaratımlarda olduğu gibi şeylerin mevcut düzeninin askıya alınması ilk başta öznelliği ve onun ifade biçimlerini, yeni bir öznelliğin koşullarını yaratarak etkiler. İtalyan otonomist hareketin önemli kuramcılarından biri olan Maurizio Lazzarato, Göstergeler ve Makineler kitabında bu süreci sorunsallaştırarak meseleyi daha derinden kavrama olanağı sağlamaktadır. Düşünsel ve politik olarak Deleuze&Guattari’nin takipçisi olan yazar, kitaplarında kullandığı tüm kavramları bu minvalde geliştirir. Lazzarato’ya göre kapitalizm, ikili öznellik biçiminin toplanışıdır (assemblage). Bu nedenle öznel ekonomi alanına girilmeli ve sadece politik ekonomiye yoğunlaşmaya son verilmelidir çünkü tek başına politik ekonomi söz konusu sürecin işleyişini kavramada yetersizdir. İnsan beyninin biyolojik olarak şekillenip işleyişinin bile yaşanılan dönemin sosyal, politik ve ekonomik yapılarıyla nasıl sıkı bir bağ içinde olduğunu günümüzün önemli filozoflarından Catherine Malabou, ünlü plastisite kuramıyla gözler önüne sermektedir. Devletin siyasal iktidarı ve sermayenin toplumsal iktidarı, şahsi yaşamların üretimiyle beraber ele alınmalıdır. Bunların sadece birine yoğunlaşmak – ülkemizde olduğu gibi devletin siyasal iktidarı – havanda su dövmekten farksızdır. Devletin siyasal iktidarı kişiyi, sözde bireysel hakların faili olarak kurup, herkesin herkesle savaşını önlemek için bu hakları bir temsilciye devretmesini zorunlu kılarken, sermayenin toplumsal iktidarı bireyi seçme ve karar verme özgürlüğüne sahip biri olarak kurar ve bu ikili kurulum eşzamanlı olarak işler. Böylelikle ikili bir rejime tabi kılınırız. Bir yandan işletmelerin, iletişimin, refah devletinin ve finansın makinesel aygıtları tarafından köleleştirilir; öte yandan da bize kullanıcı, üretici, televizyon izleyicisi ve benzeriymişiz gibi roller, toplumsal ve üretime yönelik işlevler tahsis eden bir iktidar tabakalaşmasına tabi kılınırız (s.39)


Lazzarato’nun öne sürdüğü bu ikili öznellik biçiminden birisi toplumsal tabi kılma, diğeri ise makinesel köleliktir. Öznelllik üretimi de bu iki öznellik sürecinin kesişim noktasında gerçekleşmektedir. Toplumsal tabi kılma, bizlere bir kimlik, cinsiyet, meslek, ulus ve daha birçoklarını atfederek, toplumsal işbölümü dâhilinde ve bu işbölümü için mekânlar ve roller üretir, dağıtır (s.24). Herkesi toplum içinde belli bir kimliğe, belli bir öznellik biçimine, belli bir role göre konumlandıran hiyerarşik bir yapı olan “duyulurun paylaşımı” olarak da tanımlanabilir. Ama bu, kapitalizmin öznellik üretim sürecini gerçekleştirme yollarından yalnızca bir tanesidir. Antrparantez olarak Lazzarato, hemen hemen bütün metinlerinde, duyulurun paylaşımı kavramını geliştiren Ranciere’i ve Alain Badiou’yu sadece toplumsal tabi kılma sürecini dikkate alıp meselenin diğer yüzü olan makinesel köleliği ihmal etmekle eleştirir. Bunun onları bir tür özne idealizmine sürüklediğini dolayısıyla bu iki düşünürün teorilerinin yeni politik özneleşmeleri kavramaktan yoksun olduğunu iddia eder. Makinesel kölelik, bahsedilen bu toplumsal tabi kılma yoluyla üretilen öznenin üstüne eklenir. Burada birey artık işveren, işçi, vatandaş… olarak kurulmaz. Bunun yerine “şirket” dispozitifi, “finansal sistem” dispozitifi, “medya” dispozitifi, “yeni Türkiye” dispozitifi… içerisinde bir dişli, bir çark ve parça olarak düşünülür. "Dispozitif" kavramını Foucault, yaşayan bir varlık olarak bireyin tarih boyunca iktidar ilişkilerinin somutlaşmasından doğan kurumlar ve söylemler yoluyla özne olarak nasıl kurulduğunu açıklamak için kullanır. Agamben de bu kavramın oldukça sarih bir tanımlamasını yapar: “Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların vücut diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. Yani sadece hapishaneler, akıl hastaneleri, okullar, dinler, fabrikalar, disiplinler, yasal önlemler değil… Fakat bunlardan başka gazetecilik, yazarlık, edebiyat, felsefe, ziraat, sigara, internette gezinme, bilgisayarlar, cep telefonları, ve dahası belki de dil var… dil en kıdemli dizpozitif belki de.”


Bu konuda çeşitli örnekler düşünülebilir. Örneğin Rıfat Bali, enfes kitabı Tarz-ı Hayattan Life Style’da medya dispozitifinin nasıl işlediğini gözler önüne serer. Kapitalistlerin imajı seksenli yıllardaki neoliberalizm sürecinde medya vasıtasıyla kökten bir değişime uğrar. Geçmişte pek göz önünde bulunmayan, fabrikasındaki geniş odasından dışarı çıkmayan iş adamı imgesi dönemin medya hokkabazları vasıtasıyla, hayırsever, playboy, karizmatik ve eksantrik hobilere sahip renkli kişilik imgesi ile yer değiştirerek topluma rol model olarak sunulmaya başlanır. Bu tabi ki karşılıklı bir alışveriştir. Bu imgeyi parlatan ve pazarlayan köşe yazarlarının çalıştıkları yayın organlarına iş adamlarınca yüklü bir fon akışı sağlanır. Medya gücünün de onların eline geçmesi sonucu reklam endüstrisi de zirve noktasına ulaşır. Artık köşe yazarları toplumun düşünce ve eğilimlerine yön veren hatta bunları üreten ayrıcalıklı bir zümreye dönüşmüştür. Böylece her biri birbirinden çapsız olan bu soytarılar birden bire toplumun kanaat önderleri oluverirler. Bu medya dispozitifine kapılan özne de kendi hayatını etkileyen ve belirleyen gerçek sorunlar üzerine eğilmektense gündeme dair üretilen yapay polemik mevzuları ile oyalanarak mevcut düzeni bir kadermişçesine kabullenir. Artık üzerine düşündüğü, tartıştığı, tepki gösterdiği konular asıl tepki göstermesi gereken kurumlar tarafından kendisine sunulan birer pazarlama ürünüdür. Medya dispozitifinin en önemli uzantısı olan televizyon bizi, sanki kendi beyanlarımızın nedeni ve kaynağıymışız gibi konuşmaya iter, oysa bu konuşmanın özneleri olarak artık iletişim makinesinin gramerine göre konuşmaktayızdır. Örneğin bir televizyona röportaj veren özne, (bir programa, bir talk şova ya da realite şova çıktığında) bir sözcelem öznesi olarak kurulur ve bu onu hâkim sözceye dâhil eden bir göstergeler sistemi sayesinde konuşmasını ele geçiren ve yönlendiren bir makineye tabi kılar (s.175). Böylece konuşma ve ifade “özgürlüğünün” üretimi yoluyla ruhların yönetilmesi güvence altına alınmış olur.


Bir diğer kullanışlı örnek olarak da Iphone 6 kullanan bir asgari ücretli çalışan modeli ele alınabilir. Toplumsal tabi kılma yoluyla bir işyerinde çalışan işçi, bir varoş mahalle sakini, sünni Müslüman, aile babası bir erkek gibi özneleştirme süreçleriyle birincil kurulumu sağlanır. Makinesel kölelik kısmı ise farklı dispozitifleri bir arada düşünmeyi gerektirmektedir. Aylık maaşının birkaç katına tekabül eden bir cihazı satın alma imkânı sağlayan finans/borç dispozitifi bunların başında gelmektedir. Lazzarato önceki çalışması olan Borçlandırılmış İnsanın İmâli’nde kredi mekanizmasının borçlandırılmış özne üreterek kişinin hem bugününü hem de geleceğini nasıl denetim altına aldığını analiz eder. Gelecek zamana dair var olan borçlar, kitlelerin her türlü tekinsiz hareketini pasifize ederek ehlileştirir. Borç, bireyi sisteme bağımlı ve tutuklu kılmak için neoliberalizmin geliştirmiş olduğu en işlevsel araçtır. Bireysel krediler, oto kredileri, konut kredileriyle kişinin ömrünün neredeyse tamamı ipotek altına alınır. Ama asıl önemli olan burada kişinin geleceğe dair kendi hayatıyla ilgili alacağı her türlü kararı gerçekleştirme arzusunun sistem-içi araçlara bağımlı kılınmasıdır. Böylece borç dispozitifiyle beraber sistem kendini garanti altına almış olur fakat tek bir dispozitif tüm süreci anlamak için yeterli değildir. Buna kişinin kendisini ürünü satın almaya mecbur hissettiren reklam ve pazarlama, tüm sosyal iletişimini bu araç vasıtasıyla düzenlemesine yol açan internet gibi dispozitifler de eklemlenir. Buradaki sorun, kendi gündelik yaşamlarımızı düzenleyen her şeyin merkezinde bu aracın(akıllı telefon) olduğuna dair olan kesin kanımızdır. Daha doğrusu bu kanının oluşturulmasıdır. Bu, Guattari’nin Moleküler Devrim’de belirttiği gibi Amerika’dan Avrupa’ya gitmek için uçak kullanıyor olmamızın bu iki kıtanın bir birine sadece havayoluyla bağlı olduğuna inanmaya benzer. Öznelliğin üretim süreci de bu kanılara göbekten bağımlıdır zaten. Makinesel kölelik birçok dispozitifin bileşkesi olmak yoluyla işlemektedir. Örneğin, bayram zamanlarında artış gösteren trafik kazalarına karşı insanları dikkatli olmaları hususunda uyaran medya dispozitifi, bu kazaları meydana getiren asıl unsurları var eden yani işyerindeki çalışma süresini tayin eden, bayramı da bir tatil ödülü şeklinde sunan şirket dispozitifinin, otomobili hayatın en vazgeçilmezi yapan ulaşım dispozitifinin, her yıl daha donanımlı araçlar üreten ve bu araçları satın alma imkânlarını yaratıcılıkla artıran, arabayı bir özgürlük sembolü şeklinde pazarlayan ve bu özgürlüğün icra edilebilmesi için otoyollar inşa eden diğer tüm dispozitiflerin varlığını örterek meseleyi sadece bireyin şahsi hatalı davranışlarına indirgeyerek işlevini gerçekleştirir. Lazzarato’nun otomobil ve öznellik arasındaki bağıntıyı tarifi dikkate değerdir: Arabayı sürerken, öznelliği ve arabanın teknolojik mekanizmalarıyla bağlantılı bir kısmi bilinçler çoğulluğunu etkinleştiririz. “Bu düğmeye basmalısın, bu pedalı ittirmelisin” diyen “bireyleştirilmiş bir özne” yoktur. Eğer biri araba sürmeyi biliyorsa bunun üzerine düşünmeden, düşünümsel bilinci işe katmadan, yaptığı şey üzerine konuşmadan ve onu temsil etmeden hareket eder. Arabanın makinesel asamblajı (toplanışı) tarafından yönlendirilir. Davranışlarımız ve öznel parçalarımız (hafıza, dikkat, algılama vs.) “otomatikleştirilmiştir”, tıpkı mekanik parçalar gibi, makinesel, hidrolik, elektronik vb. aygıtlardan oluşan asamblajın bir parçasıdır. Araba sürmek birbirini takip eden, biri diğerine eklenen, olaylara göre bağlantılı hale gelen ya da bağlantıları kesilen farklı bilinç süreçlerini harekete geçirir. Sürüş esnasında bazıları ışık seli gibi akan, bazıları da ön plana çıkan birkaç bilinç sisteminin paralel bir biçimde işlev görmesine izin veren “ ayakta uyuma durumuna” geçer, “sahte bir uykuya” dalarız. Bu uzun alıntı özgürlük söylemi altında gerçekleşen makinesel köleleşmeyi özlü şekilde tarif etmektedir. Burada otomobil sadece örneklerden bir örnektir.


İktidarın uygulanmasının en temel koşulunun öznelerin özgürlüğü olduğunu Foucault yıllar öncesinden ifade etmişti. Özgürlük, sözü edilen dispozitifler vasıtasıyla üretilir ama bu özgürlük kodlanmış ve homojenleştirilmiş bir özgürlüktür. Başka bir deyişle yeni yaşam biçimlerini icat etme özgürlüğünü yok eden bir özgürlüktür. Özgürleşme yoluyla köleleşmenin adımları atılır böylece. İşte kapitalizmin en büyük gücü de üretilen bu sanal özgürlüğü mutlak özgürlük olarak sunabilme kapasitesinde yatar. Burada sorulması gereken asıl politik ve etik soru şudur: günümüz kapitalizminin öznelliğimiz üzerinde ikili bir şekilde yürüttüğü toplumsal tabi kılma ve makinesel köleliği parçalarken, hem eşitliği hem de “etik farklılaşmayı” (tekilleşme) nasıl icat edebiliriz ve uygulayabiliriz? (s.270).

Comments


  • Instagram
  • X

© 2024 by heyula.blog

bottom of page